24 Haziran 2017 Cumartesi

İnceleme: Built


Jay Crownover'ın yeni yetişkin serisi Marked Men/Dövmeli Adamlar'ın spin-off'u Built'te, küçük ekibiyle birlikte kendi haline terk edilmiş yıkık dökük evlerin renovasyonunu üstlenen Zebulon Fuller ve aile hukuku alanında uzmanlaşmış avukat Sayer Cole, okura dış görünüşleri, karakterleri ve yaşam tarzlarıyla birbirine zıt kutuplarda yer alan iki karakter olarak tanıtılıyorlar. Zeb, hissettikleri yüzünden okunan, sıkı dostları olan, işinden dolayı sürekli kir pas içinde dolaşan bir adamken Sayer ciddi ifadeli, kendi duygularıyla dahi arasına mesafe koyan, genellikle işinin gerektirdiği resmi kıyafetlerle görülen bir kadın. Sayer, katı, kuralcı ve kontrolü elinde tutmayı seven babasının ölümüyle birlikte bir kardeşi (yukarıda bahsettiğim serideki Rowdy) olduğunu öğrenip Seattle'daki hayatını geride bırakarak Colorado'ya taşındığında Zeb'le de ilk kez karşılaşmış oluyor. 

Şu ana kadar yazılmış en uç noktalardaki insta-love hikayelerini okuduğunuzu düşünüyorsanız, bir de Built'e göz atın. Giriş bölümünün ilk cümleleriyle başlayan  çekimin yoğunluğu sayfalar ilerledikçe katlanarak artıyor. "Onunla bir barda tanıştım. Pahalı bir kadehten şampanya içmesi gerekirken elinde bir bira şişesi vardı ve bu beni izah edilemez şekilde baştan çıkarttı." Evet, kitap Zeb'in ilk kez gördüğü Sayer hakkında söylediği bu iki cümleyle açılıyor. Sayfalar, sayfalar boyunca akla gelebilecek (ve gelmeyecek) her şeyden nasıl da etkilendiklerini anlatıyorlar. "Alet çantasını masaya fırlatıp her şeyi zangırdattı ve ben de biraz titredim çünkü bu ses bile seksiydi." Hayır, hayır, bu niyeyse kendini ısrarla ciddiye alan bir romance kitabı ve kahkahalarla gülmemiz için yazılan bir sitcom senaryosu değil.

Pekala, ciddiyetimi korumaya çalışacağım.

Ortada bu kadar farklılık olduğunda yaratılan karakterlerin doğaları gereği farklı iç seslere sahip olacağını düşünebilir ve... yanılırsınız. Hikayeyi bir bölüm Zeb'ten bir bölüm Sayer'dan okuduğumuz halde an geliyor sesler arasındaki benzerlik inanılmaz boyutlara çıkabiliyor. Zeb'in bazı durumlarda Sayer'dan bahsederken kurduğu cümleler inandırıcılıktan yoksun ve yapay duruyor. Sadece yukarıda anlattığım özelliklere bakarak dahi Zeb gibi bir karakterin tutup da "tragically flawless", "ferociously immaculate", "consummate perfection" gibi basmakalıp laflar etmesi bile... Sanki biri sonradan eline kalemi alıp kitap boyunca karşılaştığımız dil bilgisi hatalarını düzeltmek ve cümleleri gözden geçirip en azından daha okunaklı kılmaya çalışmak yerine bu tamlamaları eklemiş gibi duruyor. Neticede tüm bu plastik süslemeler apaçık sırıtıyor.

Kelimenin tam manasıyla ilk anda birbirine jet hızıyla çekilen karakterlerin herhangi bir ortak geçmişi de bulunmadığından bu sınırların ötesindeki fiziksel çekimi ve peşi sıra gelen birlikteliği haklı gösterebilecek herhangi bir arka plan hikayesi aramaya başlıyorsunuz ancak son sayfada dahi neden başkalarını değil de birbirlerini seçtiklerinin akla yatkın bir izahı sunulmuyor.

Aslına bakılırsa okuduğumuz kelimeler arasında neredeyse hiçbir şeyin akla yatkın bir izahı yok.

En başta yeni tanıştığı bir adam (Zeb) hapishaneye girip çıktığını belirttiğinde hangi suçtan dolayı olduğunu dahi sormadan direkt sistemi suçlayan bir kadın, üstelik avukat bir kadın vardı karşımızda. Aynı şekilde yeni tanıştığı bir kadınla (Sayer) birlikte bir hayat kurmaktan bahseden bir adam. Tabii ki onu kendi tabiriyle "yeniden inşa ettikten sonra".

Bu kitabın üç yüz sayfayı aşmasını sağlayan hikaye örgüsünde Zeb'in tek gecelik ilişkiden doğan ve annesi vefat eden beş yaşındaki oğlu Hyde'a sahip çıkması da önemli bir yer tutuyor. Daha önce kız kardeşinin kocasını, üstelik yeğeninin gözü önünde dövdüğü için iki sene hapis yatan ve besbelli sinirlerine hakim olmakta güçlük çeken Zeb'in işi ilk başlarda zor gözüküyor... ancak sadece okura. A'dan Z'ye herkes Zeb'in muhteşem bir baba olacağından bahsediyor ve mahkeme salonunda son kararı verecek hakim bile adamı (ve tabii ki avukatı Sayer'ı da) övgülere boğuyor... hatta neredeyse hakim çöpçatanlığa soyunacak. İşaret ettiğim bu bir türlü bitmek bilmeyen ana karakterleri "övgülere boğma" durumu kitabın en bayat ve en sıkıcı yönlerinden biri.

Diğer bir nokta da yaratılan kadın karakterin kendini buz gibi soğuk, son derece ciddi ve mesafeli olarak tanımlaması. "Easy read" dediğimiz kitaplarda sık sık olduğu gibi yazar burada da karakterleri fikirleri, söyledikleri ve davranışlarıyla ortaya koymak ve tahlil yapmayı okura bırakmak yerine, bir çırpıda etiketlemek istemiş. Özgüveni can çekişen kadın karakter, kendi kendine tüm bunları diyor ve üstüne bir de kimsenin onunla ilgilenmeyeceğini ekliyor. Hemen sonrasındaysa tam iki kere ertelediği randevusuna gidiyor ve kendilerine hizmet eden garson kızın dahi tek bir gülücük karşısında bocalayıp elindeki içkiyi masaya dökmesine neden olacak kadar yakışıklı ve seksi olduğunu üstüne basa basa belirttiği bir adama yüz vermiyor. Elbetteki tüm bunlar Zeb'in ne kadar da olağanüstü bir adam olduğunu vurgulamak için yapılıyor.

Romance kitaplarında hazzetmediğim bir durum da bu yüzyılda ve üstelik batıda yazılan hikayelerde hala cinsel kimliklerin belirli kalıplara sokulmasıdır. Hayır, hiçbir erkek maskülen, hiçbir kadın da feminen olmak zorunda değil. "Söylediklerine karşılık kaşlarımı çatıp bileklerini tutmak için ellerimi kaldırdım. Parmaklarım kavuşmayınca hiç şaşırmadım. Onun her şeyi çok büyük ve sertti. O gerçekten de erkeğin hasıydı/bir erkeğin olması gereken her şeydi..." Akabinde karakterlerin karşılıklı diyalogunda da "senin gibi bir erkek" muhabbeti var ki iticiliğin ötesinde seyrediyor. Düşünün ki birlikte olmak için yanıp tutuştuğunuz birine aklınıza gelen birkaç yüceltici özelliği yükleyerek "sen şöyle bir erkeksin," diyorsunuz ve onu televizyondaki çöpçatan programlarının diliyle "kaldıramayacağınızdan" bahsediyorsunuz. O da size aksini iddia ediyor. O kadar yersiz, saçma ve garip ki insanın tüyleri diken diken oluyor.

Tüm bunların üstüne tuz biber eken de kitabın kendini tekrar etme huyu oluyor. Saplantılar içinde bocalayan karakterler sürekli aynı şeylerin üstünden geçiyorlar. Bir kez daha ve bir kez daha... ta ki siz kalan sayfaları saymaya başlayana dek.

Jay Crownover, hep böyle miydi yoksa az çok üne ve tüm getirdiklerine kavuşan bir yazar olduğu için mi böyle oldu diye merak ettim. Daha da ilginci, kitabın sonundaki notunda tüm kadınların kitaplarında yer almayı hak ettiğine inandığını belirtiyor. "Sıcak kanlı, sokulgan bir tip olmamanız hiç dert değil." Diğer yandan, kitap boyunca yarattığı "sıcak kanlı, sokulgan bir tip olmayan" karakteri değişime zorlamadan, kafasında kurduğu "olması gerekene" dönüştürmeye çalışmadan rahat etmemişti. Her ne kadar yanlış olsa da aklınıza bu değişimin de belirli bir derinliğe ve ağırlığa sahip olduğu gelmesin. Yazarın yaptığı, sarı saçlarının sıradan olduğunu düşündüğü için kuaföre göndermek, Lexus'ının sıkıcı olduğunu düşündüğü için kırmızı bir Grand Cherokee aldırtmak, evinin dişçi muayenehanesine benzediğini düşündüğünden iç dekorasyonunu değiştirtmek ve bunun gibi yüzeysel bir takım şeyler.

Artık açıkçası bazı kitaplar gerçekten de bana yer israfıymış gibi geliyor. Okumaksa zaman kaybı. Sonra aklıma neler yaptığını merakla takip ettiğim Lauren Oliver'ın kitapların çok farklı sebeplerden yazıldığını belirttiği sözleri geliyor:

"Bazı kitapların amacı eğlendirmektir. Bazılarının amacı ilham vermektir. Bazılarının amacı diyaloga yol açmak ya da tartışmaya müsait soruları irdelemektir. Ve bazılarının amacı da büyük ihtimalle faturaları ödemek ya da kaçırdığın son teslim tarihleri yüzünden kıçının dibinden ayrılmayan editörü tatmin etmektir."

Puan: 1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...